Ana içeriğe atla

OZANIN TOPLUMDAKİ YERİ






















Son yüzyılda yaşananları bir kez de toplumun içinden bazı yorumlarla ve özellikle edebiyat ve müzik boyutuyla ve sanatsal açıdan izleyebilme düşüncesi, böylesi bir çalışmayı yapmamda önemli sayılabilecek nedenlerden biri. 

Yaşanan bir soruna, gelişmeye, olaya sanatçı yaklaşımıyla, hem toplumun geneli hem de yöneticilerinin yaklaşımları arasında epey farklılıklar bulunmaktadır. Bu farklılıklar, toplumun ilerlemesi, güçlerin dengelenmesi gibi durumlarda önemli işlevler yüklenebilmektedir. Herhangi bir nedenden dolayı duygu ve düşüncelerini, sanatı aracılığıyla ya da doğrudan yansıtan bir aydın, duyarlılığı itibariyle çoğu zaman birtakım ilk tartışmaların öncüsü olabilmektedir. Kuşkusuz bu tartışma toplumun her kesiminde yankı bulmayabilir. Yankı bulacak olsa da zaten toplumun tüm kesimlerinde aynı olumlulukla (ya da olumsuzlukla) algılanmayabilir. Çoğu zaman, var olan düzeni sürdürmek isteyen ya da sürdürmekle görevli olanlarla belirli çelişkilere yol açar  Değişik boyutlarda da kendini gösterebilir. Sert eleştiri, dışlama, kovuşturma, şiddete başvurma vs. bunlardan bazıları. 

Aydının yaşamı, düş kırıklıkları bütünü gibidir. Çünkü aydın, çoğu zaman olumsuz sonucu bilerek ama yine de yeni bir umutla yeni arayışlar içine girme seçeneksizliğiyle karşı karşıyadır. 

Yıllar önce yayımlanan bir yazımda toplum ve kahramanları ele almıştım. Aslında daha çok siyasal eleştiri niteliğinde olan bu yazıda, eninde sonunda bireyin çektiği eziyeti vurgulamaya çalışmıştım. Şimdiyse işin (o zaman pek öne çıkarmadığım) başka bir yanı üzerinde durmak istiyorum. 

Sözünü ettiğim gibi, aydınlarla toplumun öteki kesimleri arasında var olan kopukluk, dahası uçurum örnekleriyle doludur tarih. Bu çelişki bugüne dek olduğu gibi bundan böyle de sürüp gidecektir doğallıkla. Özellikle bu çelişkinin azaldığı, aydınlarla toplum arasında yakınlaşmanın yaşandığı tarihsel dönemlerde önemli sayılabilecek sıçramalar kolaylaşmıştır. Daha çok, gücü elinde tutanı hedef alan, çeşitli boyutlarda karşı çıkışlar olmuştur. O günün koşullarını gözününde bulundurarak doğruluğuna ilişkin yorum yapmak bir yana, belli söylemler bağlamında, toplumla aydınlar arasında gelişen ilişki bu türden karşı çıkışları somut hedeflere götürebilmektedir. 

Her ne kadar belirli zamanlarda belli yakınlaşmalar yaşansa da aydın ve toplum ilişkisi sürekli bir çelişki barındırmıştır içinde. Çoğu da, amaca ulaşıldıktan sonra gücün yeni sahipleriyle uzlaşmayan aydınların çeşitli boyutlarda karşılaştıkları sorunlar olarak sürüp gider. 

Düşünme, yaşama vs. biçimlerinden dolayı topluma yabancılaşma tehlikesi de söz konusudur  Tarihin her döneminde bu türden örneklere rastlamak olanaklıdır. Avrupa’da 1500’lü yılların son yarısından itibaren yaşanmaya başlayan aydınlanma sürecinden 20. yüzyıldaki toplumsal dönüşümlere dek her dönemde bu türden çelişkiler sürekli olarak insanların yaşamına mal olacak sonuçlara varmıştır. 

Bu yanıyla düşünüldüğünde aydınlarla, halk ozanları arasında benzerlikler daha belirginleşir. Ancak bir de, halk ozanlarıyla öteki aydınları önemli bir ölçüde ayıran işin bir başka boyutunu vurgulamak gerekir. 

Yaşamlarını daha çok toplumla iç içe olarak sürdüren halk ozanları, aydınların genel konumundan oldukça ayrı bir durumdadır. Buna ilişkin 2 belirgin örnek verilebilir: İlki, toplumda birçok bakımdan öncü özelliklerini sürdürmeleri, ikincisi, yaşamlarının daha doğru­dan topluma bağlı olması.

Toplumun sorunlarını dile getirmeleri, olup biteni daha erken görmelerinin yanısıra, yaşamlarını sürdürmeleri için bir gereklilik olarak da ortaya çıkmaktadır. Bu işleyiş ya da ilişki öyle karmaşık bir yapıdadır ki, gereklilikle gönüllülük arasındaki çizgiyi seçebilmek olanaksızdır çoğu. Bu anlamda da, toplumun gerek duyduğu kahramanlardır halk ozanları. Daha sonra ayrıntılı olarak aktaracağım, ozan sözcüğünün kökünün de ileri geçmek, öne geçmek olduğu düşünülürse bugünkü anlamıyla da oldukça özdeşliğinden söz edilebilir. 

Hangi dönemde olursa olsun, toplum, kullanabileceği kahramanlar yaratır. Bu kahramanların ortak yanı ise, yalnız bırakılmaları ve kurtarmaya çalıştıklarına zarar ver(e)memeleridir. Çünkü insanlar fazlaca yanaşmaz böylesi tehlikelere. Bu, bir anlamda iktidarla kahramanların eşitsiz ve hüzünlü düellosudur. Yitiren hep aynıdır, kazanan da. 

Klasik, masallardaki gibi bir kahramanlık yok artık; günümüzde yok böyle bir şey  Bilginin yayıldığı toplumlarda efsane yaratmak kolay değil. Efsaneleşmeyen kahramanlarsa her an korkak, işe yaramaz biçime sokulabilirler. Diğer insanlar gibi ve diğer insanlarla yaşadığı sürece kaçınılmaz olur bu sonuç. Yaşadıklarında ise bu tehlike daha belirgindir. 

Günümüzde yaşayan ve tanınan hemen tüm aşık/ozan/şairlere ilişkin olumlu olduğu kadar olumsuz şeyler de anlatılır. Belirli bir kişiyi öne çıkarmadan, genel anlamda düşünülürse toplumun bu anlamdaki yargısı doğru olabildiği kadar acımasız ve haksız da olabilmektedir. Onun için şiir/türkü estetiği açısından incelenmesi gereken kişi, çoğu zaman günlük yaşamı düzeyinde, genellikle de olumsuz olarak ele alınabilmektedir. 

Bunun bir karşıtı olarak da kişinin kendisi, sanatından öte abartılmakta ve belirli yanılsamalara yolaçmaktadır. 

Belki bu anlamda, toplumun en dolaysız ilişki kurduğu kahraman olan halk ozanları, hem talihsiz, hem de gönüllü bir işlev görürler.

Son 40-50 yıla dek halk ozanları geleneksel yaşamlarına daha yakındılar. Dolaşmaları, yaşamlarını bu yolla sürdürmeleri, öteki aydınlardan ayrıldıkları en önemli yan olarak son döneme geldi. Ancak herşeye karşın bu yaşam biçimi 1970’li yılların son yarısına dek çeşitli aşamaları da içinde barındırarak gelenekselliğine daha yakın olarak sürdü. 

1950’li yıllardan sonra yoğunlaşan, hızlanan köyden kente göç olgusu gezginci aşıkların yaşamlarında bazı değişmelere neden oldu kuşkusuz. Hem müziğin yeni yaşamla, güncel bazı değişmeler ve öteki müziklerden etkilenmesi, hem de birçok farklı motifle beslenmesi aşıklık geleneğini de belirli değişikliklere götürdü. 

Hem aşığın hem onu dinleyen insanların yeni, değişik mekanlarda bulunmaları düşünce ve bunun türküye yansımasını sağlamıştır. Kimi zaman aşığın eskiyi öne çıkarmasıyla dinleyici arasında kopukluk yarattığı gibi, bunun tersi olarak, dinleyicinin yeni yaşam koşullarından kaynaklanan uyuşmazlıkları nedeniyle önceyi aramaları çelişki oluşturabilmektedir. 

Her şeye karşın birçok değişiklik gündeme geldi. Söz gelimi  köylerde daha çok da evlerde, aile, akraba, komşu çevresinde hep birlikte olunan bu ortamlar, yeni yerleşim yerlerinde genellikle (ya da ek olarak) erkeklerin toplandığı kahvehane ya da benzeri yerlere taşındı. 

Yaşamın kentleşmesi, aşıklığın da geleneksel özelliklerini yeni ilişkilere terk etmesine neden oldu, giderek de azaldı. Ancak birçok araştırmacının vurguladığı, aşıklık geleneğinin tükendiği düşüncesinden çok, belki bazı boyutlarda gerileyerek, bazılarında gelişerek de olsa biçim değiştirdiği değerlendirmesi daha uygun geliyor bana. 

Dönemine göre bu gelişmeler belirginleşmekte ya da daha uzun sürece yayılarak çarpıcılığı ilk anlamda göze batmamaktadır. 

16. yüzyıldan itibaren uzun bir süre değişik toplumlarda ilgi bulan, barındırılan aşıklık geleneği, süreç içinde öteki toplumsal, siyasal, ekonomik sorunlara bağlı olarak inişli çıkışlı dönemler geçirdi. Yerine göre güçlü aşıklarla temsil edildiğinde ya da ivme kazanan herhangi bir nedenden dolayı aşıklık geleneğinde sıçramalar görüldü. 

Osmanlı yönetiminin Türkçeye ve buna bağlı olarak Türkçe konuşan topluluklara bakışındaki olumsuzluklara karşın, son dönemlerine dek Osmanlının önemli bir askeri ve siyasi gücü olma özelliğini koruyan Yeniçeri Ocağı, aşıklık geleneğinin bugüne gelmesinde ciddi görevler üstlendi. Ayrıca Alevi-Bektaşi tekkelerinin bu anlamdaki geliştirici ve taşıyıcı yanlarından, konumlarından söz etmek yerinde olur. 

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılarak yerine cumhuriyet yönetiminin kurulmasıyla ikili bir durum ortaya çıktı. Önceleri, tekkelerin kapatılmasından dolayı aşıklık geleneğinde gerileme belirginleşmesine karşın, sonraki yıllarda başta Halk evleri olmak üzere çeşitli kurumların verdiği destek ve »halkçı« politikanın etkisiyle belirgin bir canlanma gündeme geldi. Böylelikle, aşıklık geleneğinin yeniden şehirlere ulaştığı ve yayıldığı bir dönem başlamış oldu. 

Geleneksel kır yaşamı yanında (ve giderek dışında) kent olgusuyla daha yoğun iç içe olabilen aşıklar, başlangıçta küçük gruplar biçiminde de olsa, özellikle 1920’lerin sonundan itibaren değişik biçimlerde örgütlenmeye yöneldi. 1970’li yılların ilk yarısına dek somut adımlar atılmamasına karşın, sonraki örgütlenmelerin ilk ipuçlarına çok daha önceleri rastlamak olanaklı. 

Özellikle cumhuriyetten sonra önemli bir iletişim aracına dönüşen radyoda aşıklara ilişkin programlar hazırlandı. 1930’lu yıllarından başından itibaren bazı yörelerde gerçekleştirilen şenlikler aracılığıyla, yörelere sıkışmış birçok aşık daha geniş alanlarda duyulmaya başladı. Aynı dönemlerde birçok edebiyatçı, şair halk şiiriyle ilgilenmeye ve bu türden şiir yazmaya yöneldi. 

. . . 

Bu anlamda, aşıklık geleneğine ilişkin 20. yüzyılda önemli bir sıçrama Aşık Veysel aracılığıyla gerçekleşir gibi oldu. Bir kutlama sırasında söylediği türkülerle dönemin bazı edebiyatçıları tarafından »fark edilen« Aşık Veysel ve aşıklık geleneği ciddi bir ivme kazandı.

Radyo yayınları aracılığıyla da türküler daha geniş çevrelere, yörelere ulaşmaya başladı. Böylelikle de yalnızca, aşıkların başka bölgelerde duyulmalarının kolaylaşması değil, birbirini görmeden, giderek usta-çırak ilişkisini yaşamayan aşıkların da birbirinden etkilenmesi gibi bir sonuca neden oldu. 

... 

Ozan kavramı, Arapça aşık, Farsça şair sözcükleriyle eşleşerek, Anadolu Türkçesinde daha çok şiir yazan, söyleyen olarak gelişmiştir. Bir anlamda çalgı çalıp koşuk söyleyenlerden farklılaşmıştır. Bunun yanında, bir varlığa aşırı sevgi duyan, bağlanan anlamında Arapça bir sözcük olan aşık da ozan sözcüğüyle çoğu zaman aynı anlamda kullanılmaktadır. Zamanla şair ve aşık sözcüğü anlamlarıyla birleşerek yaklaşık aynı kavrama dönüşmüşlerdir. Ozan sözcüğündeki (çalgı çalma temelinde olmayan) koşuk söyleyen anlamı, uzun yüzyılları kapsayan süreç içinde yerini saz şairliğine terketmiştir. Bu geçişi en belirgin olarak 15. yüzyıldan itibaren izlemek olanaklı. 

Özetle, şaz şairliğinin, ozanlık geleneğinden gelişerek bu geleneğin yerini aldığını ya da bu geleneğin üzerinde şekillendiğini söylemek yerinde olur. Bütün bu gelişmeler birlikte düşünüldüğünde, yanlışlığı doğruluğu üzerine yoğunlaşmadan, yerine göre ozan, yerine göre aşık ya da şair kavramlarını kullanmak gerekecek. Çünkü aşağıda açıklamaya çalışacağım gibi, çoğu zaman bu sözcüklerin herhangi biri, olayı tümüyle ve içeriğiyle anlatmaya yetmeyebilir. 

Özellikle 19. yüzyılın sonları, hatta 20. yüzyılın ilk yarısına dek aşık, »gördüğü rüyadan sonra (sevdiğinin ya da bir pirin, ustanın elinden bade içerek) aşık olan, bağlama çalan, türkülerini kendisi yazan (daha çok yakan), türkülerini doğaçlama söyleyen ve gezginci özellikler taşıyan« kişi anlamına gelmekteydi.

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, toplumlardaki her gelişme, değişme (olumlu ya da olumsuz) doğrudan şiire/türküye yansımaktadır. Bu konuda yeterince örnek bulmak olası. 

Yaşanan dönemin öne çıkardığı sorunlar, yararlanılan araçlar, güncel kavramlar, özetle her şey halk şiirinin konusu olabilmekte. 

. . . 

Aşık Edebiyatı ve Halk Hikayeleri 

Başlı başına incelenebilecek bir konu olmasına karşın, aşık edebiyatındaki yeri nedeniyle, halk hikayelerine değinmek uygun olur. 

Çoğu zaman iç içe geçmişliğinden dolayı ayırmak zor olsa da, halk hikayeleri oluşum, kaynak ve içeriklerine göre değişik biçimlerde ele alınır. 

Toplumlar, oluşturdukları ve geliştirdikleri kültürel yapılarıyla başka toplulukları etkilemiş ve onlardan etkilenmişlerdir. Bundan dolayı yalnızca bir topluma özgü halk hikayeleri, destanlar olabileceği gibi, farklı toplumlarda birbirine benzer halk hikayeleri, destanlar vs. olabilir.[10] 

Öteki dünya dillerine olduğu gibi Türkçeye de Arapçadan aktarılan »Bin Bir Gece Masalları«, (ya da Bin Bir Gece Hikayeleri) daha sonra bu anlatılara karşı yazılmış »Bin Bir Gün Masalları« vs. Doğu bir yana birçok Batı kökenli halk anlatısını da etkilemiştir. 

İnsana, topluma ilişkin birçok konuyu işleyen ve aşık edebiyatında önemli bir yer tutan halk hikayeleri sürekli değişimlere uğrayabilmekte, yeni bölümler eklenebilmektedir. Düzyazı, şiir ve müziğin birleşiminden oluşan halk hikayeleri, Orta Asya kökenli Oğuz Destanı, Dede Korkut Hikayeleri,Aşık GaripTahir ile ZühreKöroğlu vs. anonim olabileceği gibi, değişik aşıkları tarafından yaratılan birçok halk hikayesi bulunmaktadır. Bu anlamdaki örneklerin 19. yüzyıldan sonra giderek azaldığı bilinmesine karşın, 20. yüzyılın 2. yarısından sonra, hatta günümüzde bile benzer halk hikayeleri yabana atılmayacak çokluktadır.



Halk Edebiyatı ve Şiiri Üzerine Biraz Daha 

Ağırlıkla koşuk (ya da nazım) üzerine oluşmuş ve (değişik biçimler ve yerlerde yinelediğim gibi) toplumun duygularını en dolaysız olarak dile getiren halk edebiyatı her dönemde ve bir boyutuyla tarihin de tanığı niteliğindedir. Orta Asya’dan Macaristan’a, Kırım’dan Kuzey Afrika içlerine dek geniş bir alana yayılmış, kimi benzer, kimi ayrı yanları olan topluluklarda, tüm tarihi kapsayacak biçimde aynı özellikten söz etmek olası. Ancak yine de Türkçenin ortak dil olarak kullanıldığı topluluklarda, halk edebiyatındaki nazım ağırlığı öteki dillere göre daha belirgin gibidir. Yazılı olmayan halk edebiyatının yaygınlığı, bu anlamda nazımın tercih edilmesiyle doğrudan bağlantılı gibi görünmektedir. 

Araştırmalarımda özellikle vurguladığım Türkçenin ortak dil olması, birçok halk hikayesinde de ortaya çıkabilmektedir. Bu hikayelerin değişik varyasyonları arasında konu olarak benzerlik olmasına karşın aynı değildir. Bazısında başlangıç değişik, gelişme ya da sonuç aynı olabileceği gibi, bazısında tersi, bazılarındaysa belirli bölümleri farklı olabilmektedir. Ancak en ortak nokta, değişik lehçelere karşın dilin aynı olmasıdır. Örneğin, Anadolu’dan Kırım’a, Azerbaycan’dan Türkmenistan’a dek çok geniş bir alanda Karac’oğlan ya da Köroğlu hikayelerinin yanında Tahir ile ZöhreAvcı MehmetArzu ile Kamber gibi birçok hikaye bulunmaktadır. 

Halk Şiirinde Konu 

Halk şiirinde kalıplaşmış çeşitli türler bulunmasına karşın, konu sınırlaması yapmak çoğu zaman doğru gelmemektedir bana. Değişik araştırmalarımda ve birçok kere yinelediğim gibi, insana ilişkin her şeyi işleyen şiiri belirli kalıplarla açıklamaya çalışmak çoğu zaman uygun olmamaktadır. Bazen ezgisi, ritmi ya da içinde geçen herhangi bir kavramdan dolayı bir türküyü/şiiri bir biçime sokmak olayı daraltmak olabilir. Bundan dolayı, bazı tanımlamalar altında incelense bile belli bir esneklik payı ile düşünmekte yarar var. 

Yukarıda değindiğim tasavvufi konulardan sevdaya, doğumdan ölüme akla gelen her şeyi içeren halk şiirini, gelenekselleşmiş ve temel olarak kabul edilenler anlamında şöyle sıralamak olası: Ağıt, destan, güzelleme, koçaklama, muamma, öğüt, taşlama en yaygın türlerdir. Bu türlerin bazıları belli yörelerde daha yaygın, bazıları ise başka yörelerde daha yaygın olabilmektedir. Söz gelimi güzellemenin her yerde çok yaygın olmasına karşın,muammanın, özellikle Kuzeydoğu Anadolu, Kafkaslara doğru daha yaygın olması gibi. Yine de tüm ayrıntılı tanımlamalara karşın, türkünün genelinde var olan sevgi öğesi belirleyicidir. 

Çoğu zaman, sözü edilen şiir biçimleri birbiriyle iç içe girer. Bir şiir değişik birçok özellik taşıyabilir. Belki ağırlıklı yanına bakılarak adlandırılabilir. Ancak her şeye karşın bu adlandırmaların her zaman söz konusu olan biçimlerden birine tam olarak uyması söz konusu olmayabilir.

Bu bölümlenmeler, daha önce de değindiğim gibi yalnızca hece sayısındaki farklılık değil, ezgi ve ritimlerine göre de belirlenirler. 11 heceli bir şiir, ezgisine göre, koçaklamagüzelleme ya da başka bir şey olabilir. Hece sayısı bir yana aynı şiirin bile, bazı zamanlarda uzun havadan oyun havasına dek çok değişik biçimleri olduğuna sıkça rastlanabilmektedir. 

. . . 



Yaşayan Halk Şairleri 

Halk şiirinin bilinmemesi ve tanınmaması kadar halk şairleri de genel anlamda gerektiği oranda inceleme konusu olmamaktadır. Bu anlamda epey neden sıralansa da iki temel nedeni öne çıkarmak yerinde olur sanırım. İlki, edebiyat araştırmacılarının halk şiirine ve şairlerine ilişkin uzaklıkları, ikincisi ise halk şairlerinin büyük bir bölümünün geleneksellikleri yanında (ve dışında) çağdaş koşullara göre dışa kapalı olmalarıdır. 

Bu nedenler birbirine karşı ve kapalı süre geldiğinde halk şiiri ve şairleri de gerekli yere ulaşmakta çeşitli zorluklarla karşılaşabilmektedirler. 

Halk şiirin edebiyat içindeki konumunu kavramak ve öyle değerlendirmek yerine, çağdaş şiirle »uyumsuzluğu« ve »geriliği« düzeyinde algılanması tartışmanın boyutunu başka alanlara kaydırmaktadır. 

Ancak herşeye karşın ve inatla gelişen halk şiiri (belki de artık »halk şiiri« yerine giderek, »ölçülü şiir« gibi başka bir adla tanımlamayı da öne çıkararak) yeni anlamını bularak ve herşeyi Batıya göre açıklamaya yönelen düşünce sistemini de uyararak hak ettiği yerine ulaşacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

OZANLIK NEDİR?

Ozanlık Aşıklık ve halk ozanlığı Anadolu'da toplumun öncüsü olmuş bir gelenek, halka mal olmuş bir kültürdür. Yaşamını halkla birlikte idame ettiren ozan, sazıyla sözüyle halkın sesidir. Toplumdaki olumlu ya da olumsuz gelişmeler, ozanın sazına, sözüne ve sesine konu olur. Ozanlarımız toplumun sorunlarını dile getirmek, olup biteni daha erken görme ve gelecek nesillere mesaj verme özellikleriyle de tanınmıştır. Böylece halka mal olmuşlardır. Ozanlık geleneğinde tabiat sevgisi vardır, vatan sevgisi vardır, hak sevgisi vardır. Halkın bağrından kopar ve temsil ettiği toplumun sorunlarını, mesajlarını  sazıyla  anlatır. Yaşadıkları dönemlerde her halk ozanının farklı bir yeri vardır. Ama tüm halk ozanlarımızın buluştuğu yer, halkın gönlüdür. Tarih boyunca ozanlık ve halk edebiyatı çeşitli dönemlerden geçmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Dünya var oldukça ulusların ozanları ve şairleri de olacaktır. Aşıklık, halk ozanlığı geleneği de süreç içinde siyasi ve ekonomik sorunla...

OZAN ASEFİ KİMDİR?

Elbistan’ın İkizpınar köyünde tarımla uğraşan dokuz çocuklu bir ailenin sekizinci çocuğu olarak 1961 yılında doğdu. İlkokulu üç ayrı okulda bitirdikten sonra tıpkı okul yılları gibi konar göçer bir hayata atıldı. Çobanlık yaptı, çiftçilikle uğraştı. İlkokuldayken babasının kitaplığındaki Karacaoğlan, Köroğlu deyişleri ile tanıştı. Halk müziğine ve saza duyduğu büyük heves, maddi olanaksızlıklar yüzünden on dokuz yaşına kadar şiir okumak , semahlar ve deyişler dinlemekle sınırlı kaldı. Nihayet ondokuz yaşındayken başladığı işinde kazandığı ilk maaşıyla bir saz aldı. Sazı herhangi bir destek almadan kendi imkanlarıyla öğrenip benimsedi. Yirmi yaşından sonra şiir yazmaya başladı.  Şimdilerde kendi yazdığı şiirleri besteliyor ve sazıyla sözüyle dostlara iletiyor...

ŞİİRLERİ

GEREKMEZ Sağ iken kadrimi bilmeyen kimse Ölürsem kabrime gelmen gerekmez Bu kabir bu mezar taşı benimse Dövünüp ağlayıp ölmen gerekmez Gam gasavet ile çektik çilemiz Dost yoluna kurban idi hilemiz Tutunmaya daim verdik dalımız İlle de bunları bilmen gerekmez Dillendik dizeler nağmeler yazdık Yarını bilerek bu günden çözdük Az ile yetinip sersefil gezdik Tarihe yazmışız silmen gerekmez... BUNANIR OLDUK Kim kime dum duma almış yürümüş İnsanlık yerini çıkar bürümüş Yirminci asırda nesil türemiş Gördükçe eskiyi aranır olduk Kamil sözü geçmez oldu cihanda Eksildik tükendik bittik her yanda Kaplı kılıç gibi çıkmadık kında Baş dara girende sınanır olduk... KÖRÜMÜŞ MEĞER Bağrı yanıkların dediği kadar Kör olası gurbet zorumuş meğer İşlenmiş ilikten beynime kadar Kavrulur her yanım korumuş meğer Bir gün alır senden birkaç yılını Çevirir çıkmaza daim yolunu Sustururlar bülbül olan dilini Bol bildiğin dünya darımış meğer... NASIL ANLATSAM Şimdiki zamanı n...